..

..
..

20 Nisan 2015 Pazartesi

Jülide Gülizar ve Çernobil

BİR DOST… AMA NE SIKINTILARLA…

Yıl 1986’ydı. 30 yıldır çalıştığım TRT’den 1981’de emekliliğimi isteyerek ayrılmıştım. Çünkü, ülkedeki koşullar öylesine değişmiş, TRT’de çalışmak öylesine zorlaşmıştı ki… Kurum çalışanları, orta yerinden SAĞ-SOL diye bıçakla ikiye ayrılmıştı sanki… Taraflar birbirine DÜŞMAN gibi bakıyordu.
Ülkede ve TRT’de olup bitenler, herkes gibi beni de bunaltmıştı sonunda… Günlerden bir gün, işlerin böyle yürümeyeceği kafama dank etmişti. Yerimden fırladığım gibi, masamın çekmecesinden bir kalem ve bir sayfa kâğıt çıkardım ve hiç vakit geçirmeden bir dilekçe yazdım. Önce yıllık iznimden arta kalan 15 günü kullanmak istediğimi bildirerek bu sürenin sonunda da emekliliğime sevk edilmemi istedim.
Yaş haddinden emekli olmama daha 20 yıla yakın bir süre vardı. Eve çekilip emeklilik keyfi(!) yaşayacak bir insan değildim. O nedenle bir süre dinlendikten sonra, en kısa sürede, severek çalışabileceğim bir iş bulmam gerekiyordu.
Öyle de oldu. Emekli oluşumdan 8 ay sonra CUMHURİYET GAZETESİ - ANKARA BÜROSU’nda çalışmaya başlamıştım.
Gazetecilikte 30 yıldır sürdürdüğüm mesleğin bir başka biçimiydi. Benim için yepyeni bir çalışmaydı, yepyeni bir heyecandı. Çok kısa sürede, çeşitli boyutlarda heyecanları, arkası arkasına yaşamaya başladım.
Amaaa- 26 Nisan 1986 günü gazetenin kapısından adımımı attığımda, gazetenin ANKARA TEMSİLCİSİ YALÇIN DOĞAN “Gel bakalım” dedi, hem bir çay içelim, hem de bir konu var onu konuşalım.
Çaylarımızı yudumlarken, “sana bir müjdem var” diyerek başladı, “nur topu gibi bir oğlun oldu, gözün aydın”.
Bir şey anlamadığım için, “ne demek bu” diye sormaya hazırlanırken, Doğan anlattı:
“Öyle gözlerini ayıra ayıra bakma, bir gazetecilik deyimidir bu… Muhabirlerden birine biraz zor ve zahmetli haber verirken onunla böyle gırgır geçeriz.”
“Yani?”
“Yanisi şu, Sovyetler Birliği’nde bir nükleer santralde patlama oldu. İlk gelen haberlere bakılırsa hasar çok büyük ve kısa sürede atlatılacak gibi görünmüyor. Bu olayla sen ilgileneceksin. Şimdi hemen başlayacak ve sonuna kadar da götüreceksin. Haydi kolay gelsin.”
Yalçın Doğan’ın kucağıma verdiği nur topu gibi oğlan, onun anlattıklarına göre şöyle doğmuştu:
O sabah erken saatlerde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin KİEV kentinin 130 km. uzağında ÇERNOBİL NÜKLEER SANTRALİ’nin DÖRDÜNCÜ ÜNİTESİ’ndeki patlamada doğmuştu.
Şaka bir yana, felaket çok büyük boyutlardaydı. Dünyanın KUZEY YARIM KÜRESİ’ndeki bütün ülkeler kazadan etkilenmişti. Ama felaketin büyüğü SSCB vatandaşlarının bütününde patlamıştı.
Bize gelince: Türkiye “Asıl biz ne olacağız” telaşı içindeydik.
Nasıl olmasın ki?
SSCB, bizim burnumuzun ucundaki kuzey komşumuzdu. İnsanlar bir anda çeşitli şüpheler, korkular içinde buldu kendini… O nedenle, gazete-radyo-dergi-tv ve benzeri bütün basın yayın kuruluşları bir yandan patlama konusunda bilgi verirken, bir yandan da böyle bir facianın getirebileceği çok çeşitli durumları anlatmaya ve alınacak önlemleri sıralamaya başlamışlardı. Özellikle KANSER korkusu, akıllardan atılabilecek gibi değildi. İnsanlar daha patlamanın ertesi gecesi, yatağa kanserle girmeye, sabahları yataktan kalkmaya başladılar. Bir gecede sanki bütün insanlar KANSERE YAKALANMIŞLARDI.
Böyle günlerde hep olduğu gibi, basın yayın organlarından, birbirini tutan-tutmayan bilgiler duyuruluyor, bu da insanların korkusunu büsbütün artırıyordu. Her kafadan bir ses çıkıyor, konuyu bilen-bilmeyen, az bilen-çok bilen… Herkes konuşuyor, hepsi de iddialarını çeşitli gerekçelerle kanıtlamaya çalışıyordu.
Bu arada ülkeyi yönetenler de -her hükümetin yaptığı gibi- halkın paniğe kapılmasını önlemek için, olayı alabildiğine yumuşak ve sakin bir dille anlatabilmek için çabalıyordu. Ama ne mümkün… Ülkenin her yanında RADYASYON’dan başka bir sözcük duyulmuyordu. Hele Karadeniz Bölgesi’nde, sanırdınız ki her geçen gün, Çernobil nedeniyle KANSER olanların ölüm anını daha da yakınlaştırıyordu.
Ülkenin insanları neye inanacaklarını bilemez durumdaydı. O iddiadan bu iddiaya gelip gelip gidiyorlardı.
Doğrusunu isterseniz ben de aynı durumdaydım. Kiminle konuşacağımı, kime inanıp kime inanmayacağımı, inanılır bilgileri kimden alabileceğimi bilmiyordum.
İşte bu kadar sıkıntı içindeyken, sanki bir mucize oldu. Masamda çalışıp duran telefonu açınca kulağıma ulaşan sözler beni kendime getirmeye başladı.
“Jülide Hanım, müsait misiniz? Sizinle biraz konuşmak istiyorum. Ben TÜRKİYE ATOM ENERJİSİ KURUMU BAŞKANI AHMED YÜKSEL ÖZEMRE… ŞU ÇERNOBİL FELAKETİNDEN BUNALMIŞ DURUMDAYIM.”
“Buyrun Sayın Özemre, sizi dinliyorum.”
“Jülide Hanım, insanlar çıldırmış sanki… Kimseye lâf anlatmak mümkün değil… Olayla ilgili olarak verdiğim demeçler, ertesi gün kılık değiştirmiş olarak çıkıyor karşıma zaman zaman… Yazdığınız haberleri dikkatle okuyorum. Sonunda sadece size demeç vermemin doğru olacağına inandım. Ne dersiniz?”
Sayın Özemre, benim de sıkıntılarım var konuyla ilgili olarak. Şimdi telefonu kapatıp doğru size geliyorum.”
Yarım saate kalmadan Özemre’nin karşısındaydım. Önce uzun uzun sıkıntılarımızdan yakındık. Bana her gün birbirimizi aramamız gerektiğini anlattı. Zaman zaman uzun konuşmalar yapmak zorunda kalabileceğimizi anımsattı. Son olarak da Çernobil konusunda kendisinin değil, BİLİM’in konuşacağını önemle vurguladı.
Ahmed Yüksel Özemre… O benim için ne düşündü bilmem ama, benim için o, siyasal görüşleri açısından, bırakın bazı noktalarda buluşmayı, birbirimize, TEĞET BİLE GEÇEMEYECEĞİMİZ bir insandı. Benim için hiç önemi yoktu bunun. Çünkü biz, SİYASAL GÖRÜŞLERİMİZİ TARTIŞMAK İÇİN bir araya gelmeyecektik, bütün dünyayı, özellikle bizim ülkeyi korkunç bir şüphe ve yılgınlığa düşüren bir olayı konuşacaktık. Üstelik o, kendisinin değil, yine BİLİM’in konuşacağını döne döne yinelemişti.
Ahmed Yüksel Özemre ile bir yıl dolayında sık sık bir araya geldik. Bazen her gün buluşarak zaman zaman makamında, zaman zaman evinde çayımızı, kahvemizi yudumlayarak sürdürdük çalışmalarımızı… Eşiyle tanıştım, kızını gördüm. Kızı Rabia bebeklik aşamasına yeni geçmişti daha…
Özemre bana vereceği konuşmalar, bilgiler için çok sıkı bir çalışma yapıyordu. Bilimsel açıklamaları çok dikkatle anlatıyordu. Ne yazık ki, bu sıkı ve çok dikkatli çalışmamıza, çabalarımıza karşın, toplumdaki sıkıntıları rahatlamaya dönüştürememiştik. Özemre bana yaptığı açıklamalarda, KOPARILAN YAYGARA büyüklüğünde olmadığını, alınacak bazı önlemler bu korkulardan kurtulmanın mümkün olabileceğini söylüyordu. Anlattıkları, ertesi gün Cumhuriyet’te, tek satıra bile dokunulmadan yayımlanıyor, ama hemen yanında Özemre’nin anlattıklarına taban tabana karşı bir başka yazı da yer alıyordu. Toplumda her şeyin çivileri yerinden oynamıştı, her kafadan bir başka ses çıkıyordu.
Günlerden bir gün dönemin Ticaret Bakanını tv ekranında, elinde tavşankanı bir bardak çay yudumlarken gördük. Bakan sağ elinde bardağı, haydi şerefe diyerek bir içki bardağını havaya kaldırıyor, sonra da gürültülü bir şekilde hüüüpp bir yudum çay içiyor ve konuşuyordu.
“Bakın sayın vatandaşlarım, gördüğünüz gibi, en çok radyasyon taşıdığı söylenen ÇAYI RAHATÇA, EN UFAK BİR KORKU DUYMADAN İÇİYORUM: LÜTFEN TELAŞA KAPILMAYIN.”
Ticaret Bakanının yurttaşlara vermek istediği güven tam tersine, bir güvensizlik olarak dönüyordu onlara. “Hadi canım, bakan önceden bulunup buluşturulmuş bir bardak tertemiz çayı rahat rahat içiyor, bizlerden de inanmamızı istiyordu. Külahıma anlatsın.”
Vatandaş, inanılmaz boyutlarda bir korku içindeydi. Çay, su, süt, falanca sebze, filanca meyve radyasyonluydu. Hemen her gün bir yiyecek maddesine radyasyon bulaşıyordu. Böylesine diken üstünde yaşayan insanlara karşılık, toplumun tehlikeyi hiç umursamayan “bize bir şey olmaz, radyasyon da neymiş ki” diyen küçük bir kesim de vardı.
Ben çok sık aralıklarla Özemre’den demeçler alıp insanlara bir şeyler anlatmak için çaba gösteriyordum. Özemre bu sözleriyle kendisini suçlayanlara cevap veriyordu. Ahmed Yüksel Özemre bir gün telefon ederek konuşmamız gerektiğini söyledi. Bu kez mümkünse yanımda dört-beş gazeteci arkadaşın da bulunmasını istedi. Bizi evinde bekleyecekti. Çok geçmeden evindeydik. Bizi, elinde bir şişeyle karşıladı. Hoş geldiniz faslından sonra “arkadaşlar” dedi, “sütün de çok tehlikeli oranda radyasyonlu olduğu söylentileri dolaşıyor ortalıkta… Ben size bunun da abartılı bir söylenti olduğunu göstermek için, şu elimdeki süt şişesini kullanacağım.” Özemre, elindeki süt şişesini kullandı gerçekten… Şişeden bardağa boşalttığı sütü Rabia’nın ağzına dayayıverdi ve sordu: “İnsan, her şeyden, canından bile öte, bir damlacık bir çocuğu böyle bir tehlikeye atar mı?”
Böyle bir deneme bile bazı arkadaşları inandıramadı. Ticaret Bakanının içtiği TERTEMİZ ÇAYIN yerine bu kez bulup buluşturulan TERTEMİZ SÜTÜ düşündüler. Düşünmekle kalmayıp bir de aralarında fısıldaştılar. Özemre sonunda isyan etti. “Arkadaşlar içinizden ne geçiyorsa açıkça söylediğinizi için teşekkür ederim. Şu hareketimin sonucunu istediğiniz gibi değerlendirebilirsiniz. İsterseniz birine gider, civardaki marketlerin birinden kendisinin seçip alacağı bir şişe sütü kızıma içiririm.”
Özemre’nin bu isteğini yerine getirecek bir babayiğit çıkmadı. Ben, daha baştan bu isteğe karşı çıkmıştım.
Ülkedeki yaygın korku devam etti. İnsanlar yine rahata kavuşamadılar.
“Ben hiçbir zaman, Türkiye’de radyasyon benzeri tehlikeler yoktur, Türkiye pırıl pırıldır, tertemizdir demedim. Kimse korkmasın, ülkemizde bir tane bile kanser vakası yoktur demedim. Komşumuzda korkunç bir nükleer patlama olmuş, sıfır hasardan söz edilmesi mümkün mü? Patlama, çatlama olmasa bile, her ülkede aklınıza gelen her tehlike vardır.” Ve her defasında sözlerini şöyle bağlıyordu: “Tehlike vardır. Korkulacak ölçüde değildir. Tehlike vardır, önlenebilecek niteliktedir. Tehlike vardır, alınacak önlemler de vardır.”
Ahmed Yüksel Özemre bunları söylemekten, ben bunları yazmaktan bıkmadım. İnsanlar da korkularını sürdürmekten ve yeni korkularını yaşatmaktan bıkmadılar. İnsanların bıkmadıkları bir de soru vardı, onu da bana yöneltiyorlardı. “Ortalık kanserden kırılıp geçerken, sen bu yazdıklarına inanıyor musun?” Benim cevabım da hep aynı oluyordu: “Arkadaşlar, o yazdıklarım benim sözlerim değil, bana söylenenler… Onları inansam da yazarım, inanmasam da… Bir şey daha var… Ben Özemre’nin SAVUNUCUSU değil, BİLİMİN YALANCISIYIM. EĞER BİLİM YALAN SÖYLÜYORSA…”
Günlerden bir gün ABD’de yaşayan ve çalışma konusu bu olan bir Türk profesör geldi İstanbul’a. Ertesi gün kendisini Ankara’da bulduk. Hiç vakit kaybetmeden karşısına dikildim, adını şimdi anımsayamadığım bu profesörün… Epeyce uzun bir konuşma yaptım kendisiyle… O da BİLİMİ KONUŞTURACAĞINI vurgulayarak başladı sözlerine… Söyledikleri, Özemre’ninkinden farklı değildi. Döne döne vurguladığı nokta şuydu: “Türkiye’de RADYASYON yoktur. KANSER yoktur ve olmayacaktır demek mümkün değildir. Yaşadığımız kuşkuların, korkuların hepsi vardır. Ama üstesinden gelinemeyecek ölçüde değildir. Radyasyonla mücadele mümkündür. Bakın ben Amerika’da bol miktarda radyasyon bulaşığı olan bir toprak parçasının üstünde oturuyorum. Çünkü o toprak parçası temizlendi ve üzerine biz hocalar için yapılan lojmanlar oturtuldu.” Türk profesörün de bizlere verdiği güvence, tıpkı Özemre’nin ki gibi kızı oldu. “Bakın ben buraya 15-20 gün kadar kalmak üzere geldim. Yarın İstanbul’a döneceğim. İstanbul Çernobil’e yakın bir bölge… Yani radyasyondan en çok etkilenmiş bir bölge… Ben bu bölgeye beş yaşındaki KIZIMLA geldim. Söyler misiniz, hangi baba çocuğunu böyle bir tehlikenin içine atar.”
Sevgili okurlar,
Ben bu anılarımda, Ahmed Yüksel Özemre ile bir yıldan biraz fazla zaman boyunca yaşadıklarımı anlattım. Bu bir yılı aşkın süreçte birbirimizi epeyce tanıdık, iyi bir dostluğumuz oldu. Bütün dünyayı ilgilendiren ve sarsan bir olayda bilim adamlarının bile nelerle boğuşmak zorunda kaldıklarını, bütün çabalarına, iyi niyetlerine karşın, topluma anlatmak istediklerini anlatamamanın, onları rahatlatamamanın acısını yaşadıklarını gördüm. Bu sıkıntılar benim için de geçerliydi. Ama ben kendimi şanslı sayıyordum. Çünkü hiç bilmediğim bir konuda pek çok şey öğrendim. Hem de KAYNAĞINDAN… Üstelik bir de dost kazandım. İstanbul’a gidişi Ankara’da bana bir BOŞLUK bıraktı.
Ölüm haberi hiç beklemediğim bir zamanda geldi. Bütün dostları gibi beni de çok üzdü. Yaşamımda “bir güzel ve ilginç” dönem daha kapanmıştı.
Kendisine vedam yalın bir cümle oldu:
“Sevgili Özemre,
Birlikte çalıştığımız süre boyunca, ben senin SAVUNUCUN değil, senin konuşturduğun BİLİM’in YALANCISI oldum. EĞER BİLİM YALAN SÖYLEDİYSE…”
Bu sözler, onun benden duymak istediği ve duyduğunda çok mutlu olduğu cümlelerdi.
Artık gelelim sonuca... Her önemli ya da önemsiz olay gibi Çernobil patlaması da toplumun gündemine gerçekten bir PATLAMA olarak doğdu. Toplumun gündeminde fırtınalar demiyorum, TAYFUNLARLA inanılmaz korkular yarattı. Sonra yaşanan her olay gibi, yavaş yavaş etkisini kaybetmeye başladı. Öneminden, değerinden çok şey kaybetti ve ÖLDÜ.
Çernobil’den 23 yıl sonra elime bir kitap geçti. Daha doğrusu, bir kitaplar dizisi… TÜRKİYE ATOM ENERJİSİ KURUMU’nun hazırladığı 7 ciltlik Çernobil Serisi. Kitap serisinin “TÜRKİYE’DE ÇERNOBİL SONRASI RADYASYON VE RADYOAKTİVİTE ÖLÇÜMLERİ adlı birinci cildi TAEK tarafından 1988 yılında yayınlanan raporun orijinali. Sizlere o rapordan birkaç cümle aktarmak istiyorum:
YAPILAN HESAPLAR SONUCUNDA KAZADAN EN FAZLA ETKİLENEN TRAKYA VE DOĞU KARADENİZ BÖLGESİNDE YAŞAYANLAR İÇİN ETKİN DOZ, O TARİHLERDE YETKİN ULUSLAR ARASI KURULUŞLAR (Radyasyon Koruma Komisyonu-International Commission on Radiological Protection) TARAFINDAN BELİRLENEN RİSK KRİTERLERİNDEN HAREKET EDİLEREK YAPILAN HESAPLAR SONUCUNDA, BU BÖLGELERDE YAŞAYAN TOPLAM NÜFUSTAN, RADYASYON NEDENİYLE KANSER OLMA OLASILIĞININ 1/100.000 OLDUĞU, ÜREME ÇAĞINDAKİ NÜFUS İÇİNSE HİÇ ÖZÜRLÜ DOĞUM BEKLENMEDİĞİ ORTAYA KONULMUŞTUR.
Çernobil serisinin “TÜRKİYE İÇİN DOZ DEĞERLENDİRMELERİ” başlıklı 7. Cildinde kazadan 20 yıl sonra Türkiye için tekrar yapılan doz değerlendirmelerinin sonuçları yer almakta. Raporu özetleyen son cümleleri aynen aktarıyorum. “Türkiye’de Çernobil kazası nedeniyle kazadan en fazla etkilenen Doğu Karadeniz bölgesi kırsalında yaşayan yetişkinlerin yaşam boyu alacakları etkin doz değerinin ortalaması, 4.49mSv olarak hesaplanmıştır. Bu değer tek bir akciğer tomografisinden alınan dozun yarısı civarındadır. (sayfa 52) Çernobil Serisi yayın tarihi Nisan 2006
İŞTE BEN BU BİLİMİN YALANCISIYIM.
JÜLİDE GÜLİZAR

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder