..

..
..

30 Aralık 2015 Çarşamba

İsviçre’nin tanınmış itibarlı gazetesi Le Temps’da 10 Aralık 2015’te yayınlanan makale




Böylesine tatlı bakışlı atom
http://assets.letemps.ch/sites/default/files/styles/lt_article_cover/public/media/2015/12/13/file6nja6jeduv48haxh8uu.jpg?itok=-QBnqYha
Burada tabu, orada vaat: Nükleer enerjinin yeni görünümü
Leslie Dewan hiçbir şey talep etmedi. Herkes ondan bahsediyor. Bourget’de (Paris) yapılan büyük iklim gösterisini takiben Bill Gates, Temiz Enerji Koalisyonu’nun sepetine ilk iki milyar doları koyduktan hemen sonra, Boston’da bir gazete kendisine Leslie’yi ve şirketi Transatomic’i unutmamasını hatırlatıyordu. 
Henüz otuzundaki uzun kestane renkli saçlı, gülümseyen bu genç kadın bir nükleer santrala hükmetmektedir. En azından kâğıt üzerinde, daha doğrusu bilgisayarında… Her şey orada bulunmaktadır: planı, yenilenen yakıtı, önemli ölçüde düşürülmüş fiyatı… Bu proje daha şimdiden Batı yakasından bir başka milyarderi, Elon Musk’ın ortağı ve PayPal’ın kurucularından Peter Thiel’i cezbetmiştir. Thiel Transatomic’e ilk üç milyon doları hibe etmiş ve Amerikan Kongresi’nde nükleerde yeni bir yol açılmasına imkân tanıyacak yasanın düzeltilmesini zorlamak amacıyla New York Times’ta bir köşe edinmiştir – bu yeni nükleer yol diğer teknolojilerin yanı sıra Genç Leslie Dewan’ın projesini de kapsamaktadır.
Peki, bu mantıklı bir davranış mıdır? Parçalanma [fisyon] enerjisi tatsız bir durumdadır. ABD pazarı konvansiyonel olmayan hidrokarbonların bolluğu [kaya petrolü/gazı kastediliyor] yüzünden alt üst olduğundan santrallar kapanıyor. Avrupa’da ise Fukuşima zihinleri bulandırdı: Almanya, İtalya, İsviçre, Belçika [konvansiyonel] nükleerden çıkıyorlar ve Fransa adım adım geri çekiliyor. 
O hâlde Leslie ne yapıyor?
Beş yıl önce MIT [Massachusetts Instiute of Technology]’te doktorasını hazırlarken Leslie nükleer sanayiinin arşivlerine girdi. Neden, geçen yüzyılın ortalarında Basınçlı Su Reaktörleri diğer teknolojileri bastırdı? Çünkü bunlar elektrik üretimi dışında askerlere gerekli olan bombanın yapımında kullanılan plütonyumu da üretiyorlardı. Araştırma o zamanlar soğuk savaş ve onun stratejik atılımlarıyla yönlendiriliyordu. Ama bir prototipi denenmiş olup sonradan bırakılan Ergimiş Tuz Reaktörleri gibi başka alanlarda da araştırmalar yapılmıştı. Bu tür teknolojide yakıt sıvıdır: kaza durumunda boşalıyor ve bir havuzda donuyor. Three Mile Island, Çernobil veya Fukuşima gibi faciayla sonuçlanan reaktör erime riski söz konusu değildir.   
Leslie Dewan da işte bu yola girdi. Bir arkadaşıyla yeni bir Ergimiş Tuz Reaktörü modeli tasarladı ve bunu geliştirmek üzere Transatomic şirketini kurdu. Şimdi ekiplerinin sanal olarak gerçekleştirdiği bu reaktörü kanıtlayabilmek için başka milyon dolarlar arıyor.
Onu yönlendiren neydi? Bilimsel taşkınlık mı, teknolojik heves mi, nükleer lobi mi? Hayır, diyor kendisi: sadece iklim. Onun öne sürdüğü, eski santralların risklerini taşımayan ve karbondioksit (CO2) üretmeyen bol elektrik üretimi. Nükleerin karbon ayak izi rüzgâr santrallarınkiyle aynı mertebede ve güneş enerjisi panellerinkinden daha düşüktür. Dahası, Leslie’nin reaktörü, yerine geçmek iddiasında olduğu [konvansiyonel] santralların, depolanması büyük sıkıntı kaynağı olan yüksek radyoaktiviteli atıklarını da [toryumun yanı sıra] yakıt olarak kullanıyor. Kendisinin ifadesine göre mevcut radyoaktif atıklar 72 yıl [ABD’nin] elektrik ihtiyacını karşılayacak düzeyde.
Bill Gates Leslie Dewan için kesenin ağzını açacak mı? Belki. Ancak Microsoft’un kurucusu da bu yolda yatırım yaptı. TerraPower isimli şirketi kurdu, bunun amacı da [nükleer] atıklardan hareketle küçük birim reaktörlerde nükleer elektrik üretmek. Ve o da MIT’li genç kadın gibi aynı duvara çarptı: tamamen basınçlı sulu reaktörlere göre programlanmış Amerikan bürokrasisi. O da aniden TerraPower’ı Çin’e nakletti, çünkü orada Komünist Partisi onunla aynı “hayâli” paylaştığından bu tür işlerde daha esnek. 
ABD’de on kadar yeni kurulan şirket yeni nükleer varsayım üzerine çalışmaktadır. Bunlardan üçü, Peter Thiel, Paul Allen (Microsoft) ve Jeff Bezos (Amazon) tarafından finanse edilmekte olup kaynaşma (füzyon) enerjisini araştırmaktadır.
Şaşırtıcı bir manzara… Elli yıldır hiçbir nükleer kazanın meydana gelmediği Batı Avrupa’da ise nükleer bir tabu olmuştur. Ama başka yerlerde ve üstelik o faciaların olduğu ülkelerde nükleer yeniden güç kazanmaktadır. Japonya santrallarını yeniden açmakta, onun yanında Çin nükleer santrallarını çoğaltmaktadır. Atlas Okyanusunun karşı tarafında da Leslie Dewan çevrebilimi ön plana çıkaran birliklerin önünde bayraktar gibi ilerlemektedir.


3 Aralık 2015 Perşembe

AKKUYU NUKLEER SANTRAL PROJESİYLE İLGİLİ OLARAK DUNKU PROGRAMINIZDA İZLEYİCİLERİNİZ YANLIS BILGILENDIRILDI

​Sayın Mirgün Çabas
CNN Herşey Programı
Dünkü programınızda konuşan Ondokuz Mayıs Üniversitesinden Sn.Dr.Azime Telli, Akkuyu projesiyle ilgili yanlış bilgiler verdi.
Türkiye'nin bugüne kadar 3 milyar harcadığını Halbuki Türkiye beş kuruş harcamış değil.
Çünkü Rusya ile Türkiye arasında 2010 yılında (hatta dünyada bir ilk olarak!!)TBMM'den de geçerek yasalaşan sözleşmeye göre
santralla ilgili tüm giderler 'yap işlet, bize elektrik sat modeline' dayanıyor ve Rus şirketince karşılanmak zorunda. İleride santralın sahibi de Rus şirketi oluyor (Türkiye'de kurulan bir Mercedes kamyon fabrikası gibi). Bunu Azime hanım söylemedi.  Türkiye ileride sadece 15 yıl süresiyle elektrik satın alacağını garantiliyor o kadar.
Rusya Akkuyu projesini durduracak olursa, Türkiye'nin kağıt üzerinde bir kaybı olmayacak. Ancak, Akkuyu'nun yerine yeni bir nükleer santral yapımı için başka bir şirket bulması gerekecek ve yeni şirket 8-10 yıl sürebilecek(*) santralın yapımından sonra elektrik satımından geriye alabileceği bile şüpheli olan bir santral projesi için bankalardan her yıl 1-2 milyar usd kredi bulup, bunun gitgide artan faizlerini 10 yıl süreyle ödemeyi de kabul etmeyeceğinden Türkiye'nin  işi zor görünüyor. Nirtekim Akkuyu için batılı şirketler hükümete bedavaya gelen (bütçeden bir para ayırmadan) bu  yap işlet modelini kabul etmediler ve projeyi sadece Rusya üstlendi. Rusya'nın bu yap işlet modelini neden kabul ettiği ise araştırılmaya değer.
Benim bu konuda bir dizi yazım Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji dergisinde ve Radyasyon ve Sağlığımız? Nobel yayınları 2014 kitabımda yayımlandı.
(*) Akkuyu sözleşmesinin imzalanmasından bugüne kadar 5 yıl geçmesine rağmen santralın temeli bile atılmış değil.
Sadece limanın temeli atıldı ve bu medyada, yanlış olarak, santralın temeli atıldı şeklinde açıklandı.
Deneyimlere göre bir çok nükleer santral 8-10 yıldan önce bitirilemiyor ve sonunda yapan şirket büyük zarar ediyor.
Örnek: Finlandiya'da yapımına 2003'de başlanan yeni nükleer santrala 2003'de başlandı 2009'da bitirilecekti hala bitmedi daha 1-2 yıl süreceği sanılıyor.Yapan Areva şirketiyle Finlandiya yetkili kurumu, artan giderleri hangi tarafın karşılayacağıyle ilgili anlaşamadıklarından Avrupa ticaret mahkemesine gittiler (başlangıçta 2,5 miyar Avro'ya anlaşmışlardı şimdi bu tek santralın maliyetinin 7 milyar Avro'yu geçtiği basında yer alıyor).

Güncel konuları derinlemesine ve objektif inceleyen yayınlarınızın sürmesi dileklerimle..
Selamlarımla
Yüksel Atakan
Radyasyon Fizikçisi,Dr.
Almanya

9 Kasım 2015 Pazartesi

Norveç Toryum Araştırma Merkezi



Norveç’teki yeni hükümet, Toryum araştırma merkezi kurma planı olduğunu duyurdu. Norveç’in Toryuma dayalı enerji üretiminin ticarileşmesine ihtiyaç duyduğundan değil, aksine Norveç önümüzdeki 20-30 yıl için bir enerji fazlalığı öngörmektedir. Norveç, Dünya’daki Toryum rezervlerinin tahmini %4’üne sahiptir ve politikacılar bu kaynakların dünya için erişilebilir hale getirilmesi gerektiğini tartışmaktadır.
Enerji Teknolojisi Enstitüsü’nden Viktor A. Wikstrom, hükümetin bu planı hakkında çok mutlu olduğunu belirterek Toryumun araştırılmasına olan yatırımı küresel bir perspektiften görülmesi gerektiğini işaret etmiştir. “Küresel iklim üzerine önemli bir katkı olabileceğini düşünüyorsak, sadece Norveç'te etkisine sahip olduğunu bildiğimiz şeyleri araştıramayız” diyor.
Uluslararası çevre sivil toplum örgütü Bellona’nın CEO'su Nils Bohmer, “hükümetin planı önemlidir” diyor. Bohmer, Toryum araştırmasının yenilenebilir enerji ile ilgili bilgi yatırımının yerini almasından endişe etmektedir. Wikstrom, Bohmer’e katılmadığını belirterek; “nükleer enerji, enerjideki ihtiyacın karşılanmasının bir parçası olacağına hiç şüphesiz inanıyorum ve buna Toryum’un da önemli bir katkısı olabilir”  diye ekliyor.
Zaten şimdi Norveç, Toryum araştırmasında öncü konumdadır. Thor Enerji, uluslararası ortakları ile birlikte, bu yıl Temmuz ayında Toryum tabanlı bir yakıt testine başladıklarını (http://www.itheo.org/articles/power-norse-god-%E2%80%93-thorium-test-begins) sitesinde daha önce bildirmiştir.



Reşat UZMEN’in yorumu: Aslında Türkiye’de toryumun nükleer enerji üretiminde kullanılmasını savunanların öne sürdüğü gerekçelerin Norveç hükûmeti tarafından anlaşılmış ve Toryum Araştırma Merkezi kurulmasının programa alınmış olması başlı başına çok önemli adımlardır.
Türkiye’de Enerji Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın 2015-2019 Eylem Planında toryum araştırma merkezi (Toryum Mükemmeliyet Merkezi)   kurulması düşüncesi her ne kadar 2015 Şubat’ında Antalya’da yapılan toryum çalıştayında dile getirilmişse de bu tür küresel önemi olacak projelerin hükûmet programlarında yer alması ve özel sektörü de işin içine sokabilecek şekilde düzenlenmesi gerekir. Üstelik Norveç dünya toryum rezervlerinin % 4’üne sahipken (132 000 ton) bunun düşünebiliyorken, en azından dünya rezervlerinin % 10’una sahip olarak Türkiye’nin daha önemli bir program yapması beklenmez mi?


25 Ekim 2015 Pazar

NÜKLEER ENERJİ VE TORYUM YAKIT ÇEVRİMLERİ KONUSUNDA SON GELİŞMELER

NÜKLEER ENERJİ VE TORYUM YAKIT ÇEVRİMLERİ KONUSUNDA SON GELİŞMELER

Her iki yılda bir nükleer teknolojide ileri gitmiş bir ülkede tertiplenen Nükleer Yakıt Çevrimi Konferansları (Global Nuclear Fuel Cycle) bu yıl Paris’te “Daha düşük karbonlu gelecek” çerçevesi içinde tertiplenmiştir. 9 ayrı salonda 379 bildirinin sunulduğu bu konferansa “Türkiye’de Uranyum ve Toryum üretim imkânları” konulu bir bildiri sundum. “Toryum yakıt çevrimi” ve “Ergimiş Tuz Reaktörleri” konusunda ilk defa farklı oturumlar düzenlenmesi dikkat çekiciydi.
Genel olarak tespitlerim şöyle olmuştur:
·         Fransa, Japonya gibi nükleerden elektrik üretimine ağırlık vermiş olan ülkeler önümüzdeki 20-25 yıl içinde nükleerin payını azaltmayı düşünmektedirler. Bunun başlıca sebepleri arasında güvenlik önlemleri için maliyetin çok yüksek değerlere çıkması; ucuz uranyum kaynaklarının azalması ve daha pahalı uranyum kaynaklarına bağımlı olunacağı düşüncesi; hem ısı, hem de elektrik üretimine elverişli “hızlı ve üretken reaktör” teknolojilerinin gelişmesini bekleme sayılabilir.
·         Buna karşılık Çin, G. Kore, Orta Doğu’da bazı ülkeler nükleer reaktör kapasitelerini önemli ölçüde arttırma programları ortaya koymaktadır.
·         Nükleer güç programının sürdürülebilir olmasına kesin karar verilmiş olması. Bir başka deyişle,
o   Uranyum kaynaklarının ucuza mal edecek yöntemlerin ve kaynakların bulunması,
o    Toryum yakıt çevrimi ve hızlı nötronlu -üretken (yani tükettiğinden daha fazla bölünebilir madde üreten)  reaktör teknolojilerinin,
o   Konvansiyonel reaktör teknolojisi sonucu ortaya çıkmış olan plütonyum ve yüksek aktiviteli diğer aktinitlerin “yakılmasını” (enerji üreterek yok edilmesini) sağlayacak yenilikçi reaktör teknolojisinin devreye sokulması
Nükleerle ilgilenen bütün ülkelerce hedef olarak ortaya konulmuştur.
·         Dünyada önümüzdeki 20 yıl için nükleerin gelişmesiyle ilgili planlamalar aşağıdaki şekilde gösterilmektedir. Görüleceği üzere AB içindeki Fransa, İngiltere, Almanya gibi ülkelerin toplam nükleer reaktör sayılarını azaltma (125’ten 89’a düşme) eğilimi görülürken ABD’de ılımlı bir artış (98’den 106’ya) görülmektedir. Hindistan ve Çin gibi Asya ülkelerinde ise çok ciddi bir artış beklenmektedir. Türkiye’nin de içinde bulunduğu Orta Doğu ülkelerindeki nükleer enerji yatırımlarının önemli olduğu da anlaşılmaktadır.

·         Çin bir yandan toryum yakıt çevrimine dayalı reaktör teknolojisinde, öte yandan büyük ölçüde uranyuma bağımlılığı azaltan “Hızlı Üretken Reaktör” (Fast Breeder) teknolojisinde büyük AR-GE çalışmalarına ve yatırımlarına başlamıştır.
·         Global konferanslarında ilk defa bu yıl toryum yakıt çevrimi iki ayrı oturumda ele alındığını belirtmiştik. Oturumlarda OECD-NEA, ABD Vanderbilt Üniversitesi ve Kaliforniya Berkeley Üniversitesi, Kanada, Küba İleri Teknoloji Enstitüsü, Belçika, İngiltere ve Kore’den 11 ayrı bildiri ile katılım sağlanmıştır. Bildirilerin çoğu plütonyum yakıt çevrimini çok daha verimli kullanmak üzere toryumun kullanılmasını incelemektedir.
·         İşin ilginç olan yanı toryum zenginliği olmayan, nükleer teknolojide de pek adı duyulmayan Küba’nın bildirisinde ise Çok Yüksek Sıcaklık Reaktörlerinde yenilikçi toryum yakıt kullanımı ele alınmaktadır (bkz. Alttaki şekil)





·         Bir zamanlar Türkiye’de de toryumun her yönüyle ilgili (cevherinden çıkarılmasından yakıt olarak kullanılmasına kadar) çeşitli bilimsel makaleler, doktora tezleri yapılırken, dünyanın toryum yakıt çevrimine yönelme gösterdiği son zamanlarda ulusal ve/veya uluslararası bilimsel/teknik AR-GE çalışmalarında Türk bilim insanlarının çalışmalarını görmeyi istemek arzusundayız.

Dünyadaki toryum kullanımı hakkında son gelişmelere örnek olması bakımından ABD kökenli çok ciddi bir kuruluş olan EPRİ (Electric Power Research Instiute- Elektrik enerjisi Araştırma Enstitüsü) tarafından yayınlanan LFTR (Liquid Fluoride Thorium Reactor – Sıvı Flüorür Toryum Reaktörü) Ekim 2015 raporunun özetini aşağıda veriyorum. Raporun tamamını indirmek isteyenler için bağlantı adresi şudur: http://www.epri.com/abstracts/Pages/ProductAbstract.aspx?ProductId=000000003002005460



Program on Technology Innovation: Technology Assessment of a Molten Salt Reactor Design -- The Liquid Fluoride Thorium Reactor (LFTR)

Abstract

EPRI collaborated with Southern Company on an independent technology assessment of an innovative molten salt reactor (MSR) design—the liquid-fluoride thorium reactor (LFTR)—as a potentially transformational technology for meeting future energy needs in the face of uncertain market, policy, and regulatory constraints. The LFTR is a liquid-fueled, graphite-moderated thermal spectrum breeder reactor optimized for operation on a Th-233U fuel cycle. The LFTR design considered in this work draws heavily from the 1960s-era Molten Salt Reactor Experiment and subsequent design work on a similar two-fluid molten salt breeder reactor design. Enhanced safety characteristics, increased natural resource utilization, and high operating temperatures, among other features, offer utilities and other potential owners/operators access to new products, markets, applications, and modes of operation. The LFTR represents a dramatic departure from today’s dominant and proven commercial light water reactor technology. Accordingly, the innovative and commercially unproven nature of MSRs, as with many other advanced reactor concepts, presents significant challenges and risks in terms of financing, licensing, construction, operation, and maintenance.

This technology assessment comprises three principal activities based on adaptation of standardized methods and guidelines: 1) rendering of preliminary LFTR design information into a standardized system design description format; 2) performance of a preliminary process hazards analysis; and 3) determination of technology readiness levels for key systems and components. The results of the assessment provide value for a number of stakeholders. For utility or other technology customers, the study presents structured information on the LFTR design status that can directly inform a broader technology feasibility assessment in terms of safety and technology maturity. For the developer, the assessment can focus and drive further design development and documentation and establish a baseline for the technological maturity of key MSR systems and components. For EPRI, the study offers an opportunity to exercise and further develop advanced nuclear technology assessment tools and expertise through application to a specific reactor design.

The early design stage of the LFTR concept indicates the need for significant investment in further development and demonstration of novel systems and components. The application of technology assessment tools early in reactor system design can provide real value and facilitate advancement by identifying important knowledge and design performance gaps at a stage when changes can be incorporated with the least impact to cost, schedule, and licensing.

Özette açıkça belirtildiği üzere Ergimiş Toryum yakıtlı reaktörlerin ticarî olabilmesi, lisans alabilecek düzeye gelebilmesi için geliştirme ve kanıtlama çalışmalarına, dolayısıyla da yatırımına ihtiyaç vardır. Bu ilk etabı Çin 2020 yılına kadar 300 milyon dolarla aşmaya çalışmaktadır. Soru şu:
Acaba Türkiye de bu muazzam çalışmaya bilim adamları, maliyet, vb. katkılarla katılamaz mı?
                                                                                                 
24 Ekim 2015

Dr. Reşat UZMEN

26 Mayıs 2015 Salı

BOR’DA DÜNYA BİRİNCİSİ, TORYUM’DA DÜNYA İKİNCİSİYİZ DE NE YAPIYORUZ?

BOR’DA DÜNYA BİRİNCİSİ, TORYUM’DA DÜNYA İKİNCİSİYİZ DE NE YAPIYORUZ?
16 Mayıs 2015
Önce Bor’u ele alalım: 26 Ağustos 2006 tarihinde Aynur Meletli’nin Cumhuriyet’teki makalesi çok önemli. “Sürdürülebilir kalkınma, ülkelerin öz kaynaklarına dayalı, yüksek katma değerli üretim ve yatırımlarla gerçekleşir” diyor. Bor cevherimiz hem çok zengin hem de çok kalitelidir. Meletli devam ediyor: “Türkiye Cumhuriyetine çok görülen kendi öz varlığı üzerindeki tekel hakkı 1890’lı yıllardan 1950 yılına kadar olan sürede bir İngiliz şirketi olan Borax Consolidated tarafından kullanılmıştır. Anılan şirket hiçbir zaman Türk şirketlerinin bor madeni üretmesini, ihraç etmesini, aynı zamanda Türkiye’de bir bor rafineri tesisinin kurulmasını istememiştir.” (Mustafa Çınkı, http://www.geocities.com/ceterisparibusgtr/borar.doc) Türkiye’nin rakip olmasını engellemek için kendisi de kurmamış, bor sahalarını kapatarak, satın alarak düşük kapasite ile işletmiş/işletmemiş, kimi zaman bor bitti gibi, kalitesiz ya da miktarını az gösteren raporlar hazırlamış, hatta NATO’ya boru stratejik ilan ettirmiştir. 1947 sonrası art arda Türkiye’de bor bulunmasıyla 1978’de devletleştirilene kadar birkaç yerli bor üreticisi sektöre girdiyse de anlaşılan o ki; US Borax, Solvay’in agresif rekabeti ve Eti Holding’in yerli üreticiye 240 USD, yabancıya 140 USD olan farklı fiyat uygulaması, hatta devletleştirme sonrası yerli üreticiye hiç bor satmaması, özel sektörün oluşumunu engellemiştir.
Yine sektörün içinden, adının açıklanmasını istemeyen konunun uzmanı bir üst düzey yetkiliye göre yapılması gereken; Eti Holding’in boru yerli ve yabancıya düşük fiyattan, örneğin 60 USD’den satacağını ilan etmesidir. Ona göre bor bu fiyattan bir yıl satılsa dünyadaki tüm bor yatakları kapanır. Türkiye’den başka bor üreten ülke kalmayacağı için bor sanayii Türkiye’ye mecbur hale gelirdi. US Borax’ın bütün korkusu bu. Amaç bunu yaptırmamak. Çünkü US Borax’ın Güney Amerika’daki bor yatakları derinde, kırsal, denize uzak ve düşük tenörlü, dolayısıyla zor, pahalı. Satılabilir ilk ürünün maliyeti 60 USD, Türkiye’de ise 20 USD (çünkü açık yatak, çıkarımı kolay ve ucuz, yüksek tenörlü %86 bor oksit). Toryum da 1978 yılında devletleştirildi.
Dünya bor rezervlerinin yüzde 70’ine sahip olduğumuz halde nasıl oluyor da dünya bor piyasasından yüzde 7 gibi çok düşük bir pay alıyoruz? (Örneğin 120 USD’ye Solvay firmasına verdiğimiz tinkal’i –bor cevheri-, 820 USD’ye gerborat olarak Solvay firmasından ithal ediyoruz). Niçin hala, borun ilk bulunmasından bu yana geçen 152 yıllık sürede katma değeri yüksek bor bazlı uç, ileri teknoloji ürünü üretip ihraç edemiyoruz? Bunlar çok önemli sorulardır. Niçin bora dayalı sanayimiz yok? Aynur Meletli şöyle özetliyor; bir avuç tröstün kara odaklı agresif rekabeti, bizim basiretsizliğimiz, ulusal bilinç yoksunluğumuz bunlara sebep oldu. Ayrıca teknoloji ilerledikçe bor, çok düşük miktarlarda ve tekrar tekrar kullanıldığından 1 trilyon USD değerindeki borlarımız zamanla değer kaybedecektir. Senelerce niçin sallandık? Zaman kaybettik?
Türkiye bor ülkesi olarak adlandırılabilecek tek ülkedir. Türkiye bor rezervleri ile orantılı olarak dünya bor Pazar payına sahip değildir. Uranyumumuzu, toryumumuzu bir tarafa attık. Bor için ne yaptık? Yıllar geçti, daha yeni bor araştırma merkezi kurduk. Uranyum, Toryum için Çekmece Nükleer Araştırma Merkezini 1957’de kurduk, sene 2015! Bor araştırma merkezinde 8 profesyonel çalışıyor! Bor sanayi sofrasının tuzudur. 295 sanayi kolunda kullanılmaktadır. (Bazılarına göre 400 sanayi kolunda) Geleceğin yakıtı Hidrojen, bor bileşiği içinde depolanabilir. Bu bileşiği üretiyor musun? Uç ürünleri yapabiliyor musun? Bunun için teknolojin var mı? Epey sene önce Marmara Üniversitesi’nden bir profesör arkadaşım, 1 gr bor uç ürünü için 4000 USD vererek laboratuvara malzemeyi getirttiğini anlatmıştı. Şu katma değere bakın!
Geçenlerde TV’de, Eti Maden İşletmeleri Genel Müdür Muavini, 163 milyon dolarlık uç bor ürününü, 2011 yılında dışarıya ihraç ettiğimizi bildirdi. Güzel bir haber fakat Türkiye’nin şimdiye kadar dışarıya sattığı ham bor ürünlerinin toplam değerinden hiç bahsetmedi. Taşeron olarak kazanılan para ile, bilgi ürünü malzemelerden kazanılan para arasındaki fark ortadadır.
Şimdi Toryumu ele alalım:
380.000 ton toryum ele alınıp elektrik enerjisi üretmek için Eskişehir Sivrihisar’da bizi bekliyor. 1978’de Ecevit zamanında kamulaştırıldı. Toryum Ender Topraklar Platformu Yayın No:1’de, 17.03.2013 tarihinde, Toryum, Türkiye’nin Nükleer Enerji Alternatifi, Toryumun Değerlendirilmesi adı altında çok güzel bir şekilde Mustafa Özcan Bey tarafından yayınlandı.
İnsanımızın mutlu olması için Ülkemizin 21. Yüzyılda çağdaş uygarlık düzeyine ulaşması gerektiği yönündeki ülküsel beklentimiz ihtiyaç şekline bürünerek en temel evrensel talebimize dönüşmüş olduğu hepimiz için aşikar bir şeydir.
Bu kapsamda bizim de enerji ihtiyacımızı kendi doğal kaynaklarımızdan karşılıyor olmamız en doğal ve kutsal refah hakkımızdır.
İşte bu doğrultuda Türkiye’de sera etkisiz, sürdürülebilir, temiz ve barışçıl olduğundan yeşil diye anılmayı hak eden toryum kaynaklı nükleer enerji üretim teknolojisinin on yıl içinde kazanılması bir zorunluluk olarak görülmelidir.
-          İklimsel ısınmayı engellemek için sera etkisiz olma,
-          Çevreyi kirletmemek için temiz özellikte olma ve
-          İhtiyaçların giderimi için sürdürebilir kaynak olma.
Ayrıca genellikle her üç durumu kapsayıcı olarak “yeşil” teriminin kullanılmakta olduğunu vurgulayalım.
Teknoloji, Toryumla elektrik enerjisi üreten, “Hızlandırılmış Sürümlü Sistem” i yenilik olarak ortaya atmıştır. Bu sistemde reaktörün ergime olasılığının tamamen ortadan kalkmış olması ile olağan üstü önemde teknolojik bir sıçrama yapılmış olduğu aşikardır. Bu yolla yakıt girdisi reaktörde tümüyle yakılabildiğinden, sonuçta çevreye atık bırakma durumu da ortadan kalkmış görülmektedir. Ek olarak IV. Kuşak reaktörler, bu iki olumluluğun yanında II nci kuşak teknolojili reaktörlerin yıllardır birikimi olan atıkları ile soğuk savaş sonrası nükleer bomba atıklarını da yakıt girdisi olarak kullanabilme kabiliyetlerinden dolayı üçüncü olumlu bir özelliğe de sahiptir.
Ayrıca girdi olarak Uranyum yerine Toryum kullanımı durumunda nükleer silah yapımı için gereken Plutonyumun elde edilmesi imkansızlığından, barış için tam güvenlik ölçütü de sağlanmış olur. Toryum bizi devlerin arasına taşır. 60 tondan bir Keban Barajı kadar enerji elde edildiğine göre 380.000 ton bölü 60 ton reaktör yapılabilir!!! İşte size sonsuz elektrik enerji kaynağı. Bu rezerv en az 100 seneden beri biliniyor, bir küçük, yerli 50 mwe lik prototip yapamadık. Her sene petrole, doğal gaza 75 milyar dolar dışarıya ödüyoruz. Bu müthiş para ülkemizde kalsın, gençlere istedikleri işleri temin edelim.
Hargraves doğal gaz, kömür, biyo kütle, rüzgar ve güneş kaynaklı olarak üretilen elektrik enerjisinin kilowat saat başına cent olarak maliyetini sırasıyla 4.8, 5.6, 9.7, 18.4, 23.5 olarak vermektedir. Oysa aynı araştırmacıya göre Toryum kaynaklı elektrik enerjisinin üretim maliyeti 3.0 cent-kilowat saattir. Yani Toryum kömüre oranla yüzde 40 daha ucuzdur.
Rahmetli Prof.Dr.Engin Arık Hanım’ın 27 Temmuz 2002 tarihli Hürriyet gazetesi Pazar ilavesindeki röportajından alıntı yaparak: “Toryum’un 21. Yüzyılın en stratejik maddesi olması büyük bir olasılık. Yeni tip reaktörlerde Toryum, yakıt olarak kullanılacak. Eğer biz Toryum ile elektrik enerjisi üretebilmek olanağına kavuşursak, bu trilyonlarca varil petrole eş değerde bir enerji kaynağı olacak.” Bu röportaj 2002 yılında yapıldı. Yıl 2015, geçen 14 yılda bir prototip yapabildik mi? Hayır hiçbir şey yapamadık.
İran’da 15 ayrı nükleer araştırma merkezinde 20.000 kişi çalışıyor. Bizim Çekmece Nükleer Araştırma Eğitim Merkezi’nde 1961’den beri 230 kişi çalışıyor. Son zamanlarda sayı 203’e düştü, senelerce ve senelerce hiçbir genç alınmadı, taze kan yok. Bu hakikatleri kamu ile paylaşmayacağız da kimle paylaşacağız?
Peki, Toryum’un topraktan çıkartılması ve enerji üretimi sırasında bu işlerde çalışan insanlar herhangi bir tehlikeye maruz kalıyor mu? Hayır. Bizim rezervlerimiz zaten Toryum-232. Yüzde yüz oranda oksitlenmiş. İsveç bana hediye etmişti, 1966’da Çekmece Nükleer Araştırma Merkezi’ne götürmek üzere 30 gramlık Toryum Karbit’i (bir kağıda sardığınız takdirde bütün alfa parçacıkları kağıdı geçemez) götürmüştüm. Deneyimimizle söylüyorum, böyle bir tanıtım idarecileri çok rahatlatıyor da ondan bahsettim.
Enerjiyi dışardan alırsan yerli üretime nazaran 10 misli fazla para ödersin.
Bu yeni tip Toryum’lu reaktör, eski tip reaktörlerin 500 kg plütonyumunu yakabilecek kabiliyettedir. Bunun pazarını bulan bir ülke bütün masraflarının %20’sini sade burdan geri kazanabilir.
Türkiye dışarıya enerji ihracatı hazırlıklarına da başlamalıdır.
Bu yeni reaktör tipi radyo-aktif atık bırakmaz.
Öteki reaktörlerin bakımı 22 ayda bir, 2 ay sürer. Toryumlu reaktörün bakımı 5 yılda bir, 15 gün sürer.
On ülke (Çin, Japonya, Hindistan, ABD, G.Kore, İngiltere, Fransa, Belçika, Norveç ve Rusya) Toryumla ilgili ulusal programlarını açıklamıştır.
O halde ne duruyoruz?
Bu reaktörle hidrojen de elde edilir, tuzlu su tatlı suya dönüştürülür.
Zincir reaksiyon olmuyor. Reaktör kendi kendini kapatıyor.
Toryumun olduğu topraklarımızda çok kıymetli 27 çeşit nadir toprak elementleri de vardır. Toryum bir yandan birikirken, bunlar da kimyasal olarak elde edilir. Çok değerlidir. Bir taşla iki kuş !!
                                                                                  
Doç.Dr.Çetin Ertek


12 Mayıs 2015 Salı

Doç.Dr.Çetin ERTEK'in bu haftaki yazısı

ÇERNOBİL KAZASI NEDEN OLDU?
26 Nisan 1986, Lufthansa Jumbo jet 747, Katmandu’dan (Nepal) kalktı, Ukrayna üzerinden Frankfurt’a geliyor. İçinde ben ve 295 kişi var. Hiç birşeyden haberimiz yok. 10.000 metre aşağımızda Kiev’de gece saat 01:30’da Çernobil nükleer reaktörü patlamış. Frankfurt havaalanına iniyoruz. İndiğim uçağa hep kritik bir gözle bakarım. Mürettebat çok sayıda filtre kağıtlarını uçağın gövdesine, kanatlarına sürüyor, örnekler alıyor. Bir nükleer fizikçi olarak durumu çaktım. Pilot bize hiçbir şey söylemedi, belki de olayı bilmiyordu. 27 Nisan sabahı Avusturyalı profesör arkadaşım (her gün Viyana’daki laboratuvarında, Viyana havasındaki çeşitli istenmeyen parçacıkları ölçerdi) ölçü aletlerinde karbon atomlarının sayısının çok ama pek çok miktarda arttığını fark etti. Karbon atomlarının (is) havadaki uçuş hızı demir, uranyum, plütonyum gibi ağır atomlardan çok fazladır.  Çernobil tavanındaki yanmadan çıkan karbon atomları Viyana’ya çoktan ulaşmıştı bile! Norveç ve İsveç’te o sıralarda başka olaylar oluyordu. Çernobil olayından sonra bir kuvvetli rüzgar Viyana’ya doğru esmiş ve 1-2 gün sonra yağmurla birlikte parçacıklar Viyana’ya konmuşlardı. Bir diğer hava akımı da İsveç ve Finlandiya’ya doğru gitmiş ve aksilik yağmurla toprağa inmişti. İsveçliler kendi atom reaktörlerinin dış bahçesinde büyük miktarda radyoaktif parçacıklar ölçtüler. Kendi reaktörlerinde bir şey mi oldu diye içeri girdiler. İçerdeki ölçüler dışardakinden daha azdı. (Reaktörün yanı başında olmasına rağmen) Finlandiya’daki arkadaşlarım bildirdiler, onlarda da durum aynı idi. Komşu ülkelerden birinde reaktör kazasından şüphelendiler. Hakikaten Ukrayna’da kaza olmuştu. Ruslar durumu iki üç gün gizlediler. Bütün bu olaylar o sırada gerçekleşiyordu. 4-5 gün sonra haber hızla her yere dağılmıştı. Sovyetler Birliği’nde rejim tehlikeye girdi. 26 Nisan gece 01:30’da Çernobil reaktörüne ne olmuştu? Gece vardiyasındaki 12 kişi başta idarecileriyle birlikte güç reaktörü üzerinde bir deney yapıyorlardı. Bu deney düşük güçte yapılıyordu. Reaktör durduktan sonra dönen şaft daha ne kadar elektrik üretebilir? Bununla ilgili bir deneydi. Keşke hiç yapılmaz olaydı. Türkiye’de bizim kanunlarımız enerji kısmı için üretilirken, böyle keyfi bir deneye asla izin vermez. Bu deneyi yapabilmek için reaktör operatörleri (burası önemli) birbirinden bağımsız üç otomatik emniyet sistemini elle şalterleri indirerek kapatmışlardı. Tehlike anında bu üç bağımsız sistem otomatik olarak reaktörü kapar, onlar buna imkan vermedi. Onlar reaktörü koruyan otomatik devrelerdi, reaktör deney yapayım derken kazaya zorlandı. Bütün bunları kazadan 15 gün sonra Kiev’e giden çok değerli nükleer fizikçi arkadaşım Dr. Kocherov’dan birebir öğrendim. Kendisi de Kiev’liydi. Dr. Nikolai Kocherov da benim gibi Birleşmiş Milletler Atom Enerjisi Ajansında çalışıyordu.
Viyana’da karbon atomlarını ölçen profesör arkadaşım Çernobil’den ayrı olarak nikel atomları hakkında bana şunları anlattı: Her gün rutin olarak Viyana havasının içindeki parçacıkları ölçüyordum. Bir gün aletlerim çok sayıda nikel atomu ölçtüler. Bu nikel nereden geliyordu? Üniversite merkez olmak üzere iç içe daireler çizerek dairelerin alanlarını bir bir ölçtük. Sonunda üniversiteden 3 km uzakta bir evin bodrumunda izinsiz nikel üretildiğini bulduk. Vatandaşı zehirlemeye kimsenin hakkı yoktu, derhal polise haber vererek gereken yapıldı. Ben üniversite diye buna derim. Çernobil’den sonra bizde de memleket çapında 81 ilde 208 noktada radyasyon ölçücü aletler on-line olarak kuruldu. 24 saat üzerinden yedekli olarak çalışmaktadırlar. Burada, nükleer her alanda olduğu gibi, Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezimizin büyük katkıları olmuştur. Kendilerini kutluyoruz. Viyana’daki nikel ölçen aletler geçmişte bir Cumhurbaşkanı adayı tarafından (kendisi tıp doktoru idi) Avusturya’nın 265 noktasında onun idaresi altında yerleştirildi. Demek ki bu ölçücü merkezler bulundukları noktalarda radyoaktif olan atomlarla radyoaktif olmayan atomları, havaya karışmış tehlikeli maddeleri, ağır iyonları, ağır elementleri ölçme yolunda çalışmalar yapılmaktadır. Sanayi bölgelerine yakın merkezlerde kurşun, kadmiyum, alüminyum, demir, bakır, çinko, kalay gibi havadaki atom konsantrasyonlarının ölçülmesi, müsaade edilen sınırlar içinde kalması çocuk ve yetişkin hastalıkları bakımından son derece önemlidir. Hastanelerle koordineli bir şekilde çalışarak, atom konsantrasyonlarının hastalık olasılıklarıyla devamlı korelasyonlarla takip edilmesi gerekmektedir. Konu kent dönüşümlerinin yoğun olduğu bu sıralarda sağlığı tehdit eden çok önemli boyutlara ulaşmış bulunmaktadır.
CBT 1468 Mayıs 2015 ilavesinde, kentin kirli havası veya ince tozuna maruz kalan katılımcılar ortalama olarak daha küçük beyin hacmine sahip oluyorlar. Boston Tıp Merkezi’nden Elissa Wilker ve ekibi şimdi ince tozun beyin üzerindeki etkisini inceledi. Araştırma çerçevesinde büyük kentlere farklı mesafelerde yaşayan ve 2.5 mikron büyüklüğündeki ince tozdan etkilenen 60 yaş üzerinde 900 kişi incelenmiş. Beyin taramaları ile çeşitli beyin bölgelerinin büyüklükleri tespit edilmiş, kan pıhtısı ve küçük beyin enfaktüsü aranmış. İnce tozun çok etkili olduğu bulunmuş. Bu toz yoğunluğu metreküp başına iki mikrogram arttığında katılımcılarda inme riski yüzde 46 artıyor.                                                                                             
Doç.Dr.Çetin Ertek


26 Nisan 2015 Pazar

Doç.Dr.Çetin Ertek'in yazısı

KANDAKİ VE SUDAKİ OKSİJENİ ÖLÇMEK
İnce bir altın tel alın, 3-4 mm çapındaki cam bir silindirin ortasına yerleştirin. Altın teli dışarıdan gümüş bir tel ile bağlayın. Silindirin altını sadece oksijen geçiren bir zarla (membran) kapatın. Silindirin içine serum fizyolojik (hücre suyu) ile doldurun, devrenin her iki ucunu mikro voltmetreye bağlayın. Silindiri oksijenli suya daldırın. Alet sadece silindirin altındaki zardan geçen oksijeni ölçecek ve sonucu mikro volt olarak size verecektir. Dişçilikte diş kavitelerinde oksijenin ölçülmesine ve yaraların çabuk kapatılmasına yardım eder. Biz, bu küçük aleti Türkiye’de gerçekleştirdik; fakat oksijeni ve sadece oksijeni geçiren zarını (membran) Fethi Olcaytuğ Viyana’dan gönderdi. (20 mikron kalınlığında bir şerit halinde bu zar olmasaydı aleti yapamazdık. Kimya kataloglarını açtığımızda manganez, oksijen, sodyum, potasyum vs birçok iyonları tek taraflı geçiren zarlar (membranlar) satılmaktadır. Polimer kimyasında ayrı bir dal olarak bunlar elde edilir. Teknik Üniversitesi’nin polimer kimyası laboratuvarlarına gittiğimizde oksijen zarı yapmadıklarını söylediler, “yapmayı planlıyoruz” dediler. Oksijen dahil bu küçük aletleri, çok güzel bir geometri ile daha da küçültürsek hücrenin zarının nasıl açılıp kapandığını, sodyum potasyum dengelerinin nasıl sağlandığını, beynin iyonlarla nasıl beslenip çalıştığını daha iyi anlayabiliriz. Bir fotoğraf makinasının deklanşörünün açılıp kapanması gibi hücrenin beslenmesini öğrenmek başlı başına bir maceradır.
Oksijen zarı bir yönüyle oksijen iyonlarını ve sadece onları geçiriyor dedik. Bu tek yönlü geçirgenlik sekiz ay sonra kendiliğinden geçiyor. Zar ödevini görmemeye başlıyor. Bu her nevi iyon geçirgen zarları (sodyum, potasyum, kalsiyum v.s.) biz kendimiz üretiyor olsak, yapılan aleti de nanoteknoloji ile daha da küçülterek beyin hücre alış verişlerini online tespit etmek mümkün olurdu.
Ayrıca öyle ince problar yapıldı ki bir hücrenin iki ayrı noktasına tatbik edilir. Bir tanesi ısı dalgalarını hücreye yayar, ikinci probda bunları algılar. Eğer hücrede kanserojenik bir oluşum varsa ısı iletimi bozulacağından bir gecikme olur. Bu da kanser teşhisinde kullanılır.
Böyle aletleri kendimiz üretirsek, istenilen yere göre küçüğünü daha küçüğünü, büyüğünü çeşitli geometrilerde inşa etmek avantajını kazanırız. 4.000 dolarlık bir aleti kullanırken 1 mm küçüğünü kullanmak istesek dışarıdan aldığımızda 4.000 dolar daha ödemek mecburiyetinde kalırız. Bu aletler denizlerdeki, göllerdeki kirlenmeyi yüzeyden derinliklere doğru istenen incelikte ölçme kabiliyetine sahiptir.

Doç.Dr. Çetin Ertek

20 Nisan 2015 Pazartesi

Jülide Gülizar ve Çernobil

BİR DOST… AMA NE SIKINTILARLA…

Yıl 1986’ydı. 30 yıldır çalıştığım TRT’den 1981’de emekliliğimi isteyerek ayrılmıştım. Çünkü, ülkedeki koşullar öylesine değişmiş, TRT’de çalışmak öylesine zorlaşmıştı ki… Kurum çalışanları, orta yerinden SAĞ-SOL diye bıçakla ikiye ayrılmıştı sanki… Taraflar birbirine DÜŞMAN gibi bakıyordu.
Ülkede ve TRT’de olup bitenler, herkes gibi beni de bunaltmıştı sonunda… Günlerden bir gün, işlerin böyle yürümeyeceği kafama dank etmişti. Yerimden fırladığım gibi, masamın çekmecesinden bir kalem ve bir sayfa kâğıt çıkardım ve hiç vakit geçirmeden bir dilekçe yazdım. Önce yıllık iznimden arta kalan 15 günü kullanmak istediğimi bildirerek bu sürenin sonunda da emekliliğime sevk edilmemi istedim.
Yaş haddinden emekli olmama daha 20 yıla yakın bir süre vardı. Eve çekilip emeklilik keyfi(!) yaşayacak bir insan değildim. O nedenle bir süre dinlendikten sonra, en kısa sürede, severek çalışabileceğim bir iş bulmam gerekiyordu.
Öyle de oldu. Emekli oluşumdan 8 ay sonra CUMHURİYET GAZETESİ - ANKARA BÜROSU’nda çalışmaya başlamıştım.
Gazetecilikte 30 yıldır sürdürdüğüm mesleğin bir başka biçimiydi. Benim için yepyeni bir çalışmaydı, yepyeni bir heyecandı. Çok kısa sürede, çeşitli boyutlarda heyecanları, arkası arkasına yaşamaya başladım.
Amaaa- 26 Nisan 1986 günü gazetenin kapısından adımımı attığımda, gazetenin ANKARA TEMSİLCİSİ YALÇIN DOĞAN “Gel bakalım” dedi, hem bir çay içelim, hem de bir konu var onu konuşalım.
Çaylarımızı yudumlarken, “sana bir müjdem var” diyerek başladı, “nur topu gibi bir oğlun oldu, gözün aydın”.
Bir şey anlamadığım için, “ne demek bu” diye sormaya hazırlanırken, Doğan anlattı:
“Öyle gözlerini ayıra ayıra bakma, bir gazetecilik deyimidir bu… Muhabirlerden birine biraz zor ve zahmetli haber verirken onunla böyle gırgır geçeriz.”
“Yani?”
“Yanisi şu, Sovyetler Birliği’nde bir nükleer santralde patlama oldu. İlk gelen haberlere bakılırsa hasar çok büyük ve kısa sürede atlatılacak gibi görünmüyor. Bu olayla sen ilgileneceksin. Şimdi hemen başlayacak ve sonuna kadar da götüreceksin. Haydi kolay gelsin.”
Yalçın Doğan’ın kucağıma verdiği nur topu gibi oğlan, onun anlattıklarına göre şöyle doğmuştu:
O sabah erken saatlerde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin KİEV kentinin 130 km. uzağında ÇERNOBİL NÜKLEER SANTRALİ’nin DÖRDÜNCÜ ÜNİTESİ’ndeki patlamada doğmuştu.
Şaka bir yana, felaket çok büyük boyutlardaydı. Dünyanın KUZEY YARIM KÜRESİ’ndeki bütün ülkeler kazadan etkilenmişti. Ama felaketin büyüğü SSCB vatandaşlarının bütününde patlamıştı.
Bize gelince: Türkiye “Asıl biz ne olacağız” telaşı içindeydik.
Nasıl olmasın ki?
SSCB, bizim burnumuzun ucundaki kuzey komşumuzdu. İnsanlar bir anda çeşitli şüpheler, korkular içinde buldu kendini… O nedenle, gazete-radyo-dergi-tv ve benzeri bütün basın yayın kuruluşları bir yandan patlama konusunda bilgi verirken, bir yandan da böyle bir facianın getirebileceği çok çeşitli durumları anlatmaya ve alınacak önlemleri sıralamaya başlamışlardı. Özellikle KANSER korkusu, akıllardan atılabilecek gibi değildi. İnsanlar daha patlamanın ertesi gecesi, yatağa kanserle girmeye, sabahları yataktan kalkmaya başladılar. Bir gecede sanki bütün insanlar KANSERE YAKALANMIŞLARDI.
Böyle günlerde hep olduğu gibi, basın yayın organlarından, birbirini tutan-tutmayan bilgiler duyuruluyor, bu da insanların korkusunu büsbütün artırıyordu. Her kafadan bir ses çıkıyor, konuyu bilen-bilmeyen, az bilen-çok bilen… Herkes konuşuyor, hepsi de iddialarını çeşitli gerekçelerle kanıtlamaya çalışıyordu.
Bu arada ülkeyi yönetenler de -her hükümetin yaptığı gibi- halkın paniğe kapılmasını önlemek için, olayı alabildiğine yumuşak ve sakin bir dille anlatabilmek için çabalıyordu. Ama ne mümkün… Ülkenin her yanında RADYASYON’dan başka bir sözcük duyulmuyordu. Hele Karadeniz Bölgesi’nde, sanırdınız ki her geçen gün, Çernobil nedeniyle KANSER olanların ölüm anını daha da yakınlaştırıyordu.
Ülkenin insanları neye inanacaklarını bilemez durumdaydı. O iddiadan bu iddiaya gelip gelip gidiyorlardı.
Doğrusunu isterseniz ben de aynı durumdaydım. Kiminle konuşacağımı, kime inanıp kime inanmayacağımı, inanılır bilgileri kimden alabileceğimi bilmiyordum.
İşte bu kadar sıkıntı içindeyken, sanki bir mucize oldu. Masamda çalışıp duran telefonu açınca kulağıma ulaşan sözler beni kendime getirmeye başladı.
“Jülide Hanım, müsait misiniz? Sizinle biraz konuşmak istiyorum. Ben TÜRKİYE ATOM ENERJİSİ KURUMU BAŞKANI AHMED YÜKSEL ÖZEMRE… ŞU ÇERNOBİL FELAKETİNDEN BUNALMIŞ DURUMDAYIM.”
“Buyrun Sayın Özemre, sizi dinliyorum.”
“Jülide Hanım, insanlar çıldırmış sanki… Kimseye lâf anlatmak mümkün değil… Olayla ilgili olarak verdiğim demeçler, ertesi gün kılık değiştirmiş olarak çıkıyor karşıma zaman zaman… Yazdığınız haberleri dikkatle okuyorum. Sonunda sadece size demeç vermemin doğru olacağına inandım. Ne dersiniz?”
Sayın Özemre, benim de sıkıntılarım var konuyla ilgili olarak. Şimdi telefonu kapatıp doğru size geliyorum.”
Yarım saate kalmadan Özemre’nin karşısındaydım. Önce uzun uzun sıkıntılarımızdan yakındık. Bana her gün birbirimizi aramamız gerektiğini anlattı. Zaman zaman uzun konuşmalar yapmak zorunda kalabileceğimizi anımsattı. Son olarak da Çernobil konusunda kendisinin değil, BİLİM’in konuşacağını önemle vurguladı.
Ahmed Yüksel Özemre… O benim için ne düşündü bilmem ama, benim için o, siyasal görüşleri açısından, bırakın bazı noktalarda buluşmayı, birbirimize, TEĞET BİLE GEÇEMEYECEĞİMİZ bir insandı. Benim için hiç önemi yoktu bunun. Çünkü biz, SİYASAL GÖRÜŞLERİMİZİ TARTIŞMAK İÇİN bir araya gelmeyecektik, bütün dünyayı, özellikle bizim ülkeyi korkunç bir şüphe ve yılgınlığa düşüren bir olayı konuşacaktık. Üstelik o, kendisinin değil, yine BİLİM’in konuşacağını döne döne yinelemişti.
Ahmed Yüksel Özemre ile bir yıl dolayında sık sık bir araya geldik. Bazen her gün buluşarak zaman zaman makamında, zaman zaman evinde çayımızı, kahvemizi yudumlayarak sürdürdük çalışmalarımızı… Eşiyle tanıştım, kızını gördüm. Kızı Rabia bebeklik aşamasına yeni geçmişti daha…
Özemre bana vereceği konuşmalar, bilgiler için çok sıkı bir çalışma yapıyordu. Bilimsel açıklamaları çok dikkatle anlatıyordu. Ne yazık ki, bu sıkı ve çok dikkatli çalışmamıza, çabalarımıza karşın, toplumdaki sıkıntıları rahatlamaya dönüştürememiştik. Özemre bana yaptığı açıklamalarda, KOPARILAN YAYGARA büyüklüğünde olmadığını, alınacak bazı önlemler bu korkulardan kurtulmanın mümkün olabileceğini söylüyordu. Anlattıkları, ertesi gün Cumhuriyet’te, tek satıra bile dokunulmadan yayımlanıyor, ama hemen yanında Özemre’nin anlattıklarına taban tabana karşı bir başka yazı da yer alıyordu. Toplumda her şeyin çivileri yerinden oynamıştı, her kafadan bir başka ses çıkıyordu.
Günlerden bir gün dönemin Ticaret Bakanını tv ekranında, elinde tavşankanı bir bardak çay yudumlarken gördük. Bakan sağ elinde bardağı, haydi şerefe diyerek bir içki bardağını havaya kaldırıyor, sonra da gürültülü bir şekilde hüüüpp bir yudum çay içiyor ve konuşuyordu.
“Bakın sayın vatandaşlarım, gördüğünüz gibi, en çok radyasyon taşıdığı söylenen ÇAYI RAHATÇA, EN UFAK BİR KORKU DUYMADAN İÇİYORUM: LÜTFEN TELAŞA KAPILMAYIN.”
Ticaret Bakanının yurttaşlara vermek istediği güven tam tersine, bir güvensizlik olarak dönüyordu onlara. “Hadi canım, bakan önceden bulunup buluşturulmuş bir bardak tertemiz çayı rahat rahat içiyor, bizlerden de inanmamızı istiyordu. Külahıma anlatsın.”
Vatandaş, inanılmaz boyutlarda bir korku içindeydi. Çay, su, süt, falanca sebze, filanca meyve radyasyonluydu. Hemen her gün bir yiyecek maddesine radyasyon bulaşıyordu. Böylesine diken üstünde yaşayan insanlara karşılık, toplumun tehlikeyi hiç umursamayan “bize bir şey olmaz, radyasyon da neymiş ki” diyen küçük bir kesim de vardı.
Ben çok sık aralıklarla Özemre’den demeçler alıp insanlara bir şeyler anlatmak için çaba gösteriyordum. Özemre bu sözleriyle kendisini suçlayanlara cevap veriyordu. Ahmed Yüksel Özemre bir gün telefon ederek konuşmamız gerektiğini söyledi. Bu kez mümkünse yanımda dört-beş gazeteci arkadaşın da bulunmasını istedi. Bizi evinde bekleyecekti. Çok geçmeden evindeydik. Bizi, elinde bir şişeyle karşıladı. Hoş geldiniz faslından sonra “arkadaşlar” dedi, “sütün de çok tehlikeli oranda radyasyonlu olduğu söylentileri dolaşıyor ortalıkta… Ben size bunun da abartılı bir söylenti olduğunu göstermek için, şu elimdeki süt şişesini kullanacağım.” Özemre, elindeki süt şişesini kullandı gerçekten… Şişeden bardağa boşalttığı sütü Rabia’nın ağzına dayayıverdi ve sordu: “İnsan, her şeyden, canından bile öte, bir damlacık bir çocuğu böyle bir tehlikeye atar mı?”
Böyle bir deneme bile bazı arkadaşları inandıramadı. Ticaret Bakanının içtiği TERTEMİZ ÇAYIN yerine bu kez bulup buluşturulan TERTEMİZ SÜTÜ düşündüler. Düşünmekle kalmayıp bir de aralarında fısıldaştılar. Özemre sonunda isyan etti. “Arkadaşlar içinizden ne geçiyorsa açıkça söylediğinizi için teşekkür ederim. Şu hareketimin sonucunu istediğiniz gibi değerlendirebilirsiniz. İsterseniz birine gider, civardaki marketlerin birinden kendisinin seçip alacağı bir şişe sütü kızıma içiririm.”
Özemre’nin bu isteğini yerine getirecek bir babayiğit çıkmadı. Ben, daha baştan bu isteğe karşı çıkmıştım.
Ülkedeki yaygın korku devam etti. İnsanlar yine rahata kavuşamadılar.
“Ben hiçbir zaman, Türkiye’de radyasyon benzeri tehlikeler yoktur, Türkiye pırıl pırıldır, tertemizdir demedim. Kimse korkmasın, ülkemizde bir tane bile kanser vakası yoktur demedim. Komşumuzda korkunç bir nükleer patlama olmuş, sıfır hasardan söz edilmesi mümkün mü? Patlama, çatlama olmasa bile, her ülkede aklınıza gelen her tehlike vardır.” Ve her defasında sözlerini şöyle bağlıyordu: “Tehlike vardır. Korkulacak ölçüde değildir. Tehlike vardır, önlenebilecek niteliktedir. Tehlike vardır, alınacak önlemler de vardır.”
Ahmed Yüksel Özemre bunları söylemekten, ben bunları yazmaktan bıkmadım. İnsanlar da korkularını sürdürmekten ve yeni korkularını yaşatmaktan bıkmadılar. İnsanların bıkmadıkları bir de soru vardı, onu da bana yöneltiyorlardı. “Ortalık kanserden kırılıp geçerken, sen bu yazdıklarına inanıyor musun?” Benim cevabım da hep aynı oluyordu: “Arkadaşlar, o yazdıklarım benim sözlerim değil, bana söylenenler… Onları inansam da yazarım, inanmasam da… Bir şey daha var… Ben Özemre’nin SAVUNUCUSU değil, BİLİMİN YALANCISIYIM. EĞER BİLİM YALAN SÖYLÜYORSA…”
Günlerden bir gün ABD’de yaşayan ve çalışma konusu bu olan bir Türk profesör geldi İstanbul’a. Ertesi gün kendisini Ankara’da bulduk. Hiç vakit kaybetmeden karşısına dikildim, adını şimdi anımsayamadığım bu profesörün… Epeyce uzun bir konuşma yaptım kendisiyle… O da BİLİMİ KONUŞTURACAĞINI vurgulayarak başladı sözlerine… Söyledikleri, Özemre’ninkinden farklı değildi. Döne döne vurguladığı nokta şuydu: “Türkiye’de RADYASYON yoktur. KANSER yoktur ve olmayacaktır demek mümkün değildir. Yaşadığımız kuşkuların, korkuların hepsi vardır. Ama üstesinden gelinemeyecek ölçüde değildir. Radyasyonla mücadele mümkündür. Bakın ben Amerika’da bol miktarda radyasyon bulaşığı olan bir toprak parçasının üstünde oturuyorum. Çünkü o toprak parçası temizlendi ve üzerine biz hocalar için yapılan lojmanlar oturtuldu.” Türk profesörün de bizlere verdiği güvence, tıpkı Özemre’nin ki gibi kızı oldu. “Bakın ben buraya 15-20 gün kadar kalmak üzere geldim. Yarın İstanbul’a döneceğim. İstanbul Çernobil’e yakın bir bölge… Yani radyasyondan en çok etkilenmiş bir bölge… Ben bu bölgeye beş yaşındaki KIZIMLA geldim. Söyler misiniz, hangi baba çocuğunu böyle bir tehlikenin içine atar.”
Sevgili okurlar,
Ben bu anılarımda, Ahmed Yüksel Özemre ile bir yıldan biraz fazla zaman boyunca yaşadıklarımı anlattım. Bu bir yılı aşkın süreçte birbirimizi epeyce tanıdık, iyi bir dostluğumuz oldu. Bütün dünyayı ilgilendiren ve sarsan bir olayda bilim adamlarının bile nelerle boğuşmak zorunda kaldıklarını, bütün çabalarına, iyi niyetlerine karşın, topluma anlatmak istediklerini anlatamamanın, onları rahatlatamamanın acısını yaşadıklarını gördüm. Bu sıkıntılar benim için de geçerliydi. Ama ben kendimi şanslı sayıyordum. Çünkü hiç bilmediğim bir konuda pek çok şey öğrendim. Hem de KAYNAĞINDAN… Üstelik bir de dost kazandım. İstanbul’a gidişi Ankara’da bana bir BOŞLUK bıraktı.
Ölüm haberi hiç beklemediğim bir zamanda geldi. Bütün dostları gibi beni de çok üzdü. Yaşamımda “bir güzel ve ilginç” dönem daha kapanmıştı.
Kendisine vedam yalın bir cümle oldu:
“Sevgili Özemre,
Birlikte çalıştığımız süre boyunca, ben senin SAVUNUCUN değil, senin konuşturduğun BİLİM’in YALANCISI oldum. EĞER BİLİM YALAN SÖYLEDİYSE…”
Bu sözler, onun benden duymak istediği ve duyduğunda çok mutlu olduğu cümlelerdi.
Artık gelelim sonuca... Her önemli ya da önemsiz olay gibi Çernobil patlaması da toplumun gündemine gerçekten bir PATLAMA olarak doğdu. Toplumun gündeminde fırtınalar demiyorum, TAYFUNLARLA inanılmaz korkular yarattı. Sonra yaşanan her olay gibi, yavaş yavaş etkisini kaybetmeye başladı. Öneminden, değerinden çok şey kaybetti ve ÖLDÜ.
Çernobil’den 23 yıl sonra elime bir kitap geçti. Daha doğrusu, bir kitaplar dizisi… TÜRKİYE ATOM ENERJİSİ KURUMU’nun hazırladığı 7 ciltlik Çernobil Serisi. Kitap serisinin “TÜRKİYE’DE ÇERNOBİL SONRASI RADYASYON VE RADYOAKTİVİTE ÖLÇÜMLERİ adlı birinci cildi TAEK tarafından 1988 yılında yayınlanan raporun orijinali. Sizlere o rapordan birkaç cümle aktarmak istiyorum:
YAPILAN HESAPLAR SONUCUNDA KAZADAN EN FAZLA ETKİLENEN TRAKYA VE DOĞU KARADENİZ BÖLGESİNDE YAŞAYANLAR İÇİN ETKİN DOZ, O TARİHLERDE YETKİN ULUSLAR ARASI KURULUŞLAR (Radyasyon Koruma Komisyonu-International Commission on Radiological Protection) TARAFINDAN BELİRLENEN RİSK KRİTERLERİNDEN HAREKET EDİLEREK YAPILAN HESAPLAR SONUCUNDA, BU BÖLGELERDE YAŞAYAN TOPLAM NÜFUSTAN, RADYASYON NEDENİYLE KANSER OLMA OLASILIĞININ 1/100.000 OLDUĞU, ÜREME ÇAĞINDAKİ NÜFUS İÇİNSE HİÇ ÖZÜRLÜ DOĞUM BEKLENMEDİĞİ ORTAYA KONULMUŞTUR.
Çernobil serisinin “TÜRKİYE İÇİN DOZ DEĞERLENDİRMELERİ” başlıklı 7. Cildinde kazadan 20 yıl sonra Türkiye için tekrar yapılan doz değerlendirmelerinin sonuçları yer almakta. Raporu özetleyen son cümleleri aynen aktarıyorum. “Türkiye’de Çernobil kazası nedeniyle kazadan en fazla etkilenen Doğu Karadeniz bölgesi kırsalında yaşayan yetişkinlerin yaşam boyu alacakları etkin doz değerinin ortalaması, 4.49mSv olarak hesaplanmıştır. Bu değer tek bir akciğer tomografisinden alınan dozun yarısı civarındadır. (sayfa 52) Çernobil Serisi yayın tarihi Nisan 2006
İŞTE BEN BU BİLİMİN YALANCISIYIM.
JÜLİDE GÜLİZAR

19 Nisan 2015 Pazar

Doç.Dr.Çetin Ertek'in yazısı

TORYUM’DAN NİÇİN KORKUYORSUN BE KARDEŞİM?
Allah vermiş. Eskişehir ve civarında 380.000 ton toryum, 60 tondan bir Keban elektrik santralı kadar elektrik enerjisi elde ediliyor. Yap reaktörlerini.
Rahmetli Prof.Dr.Engin Arığ’a göre sonsuza kadar elektrik enerjisi. Ne veriyorsun elaleme? 75 milyar doları her sene petrol ve gaz için? Radyoaktif atık bırakmaz. İstersen para karşılığında eski tip reaktörlerin 500 kg plütonyumunu yakacak kabiliyettedir. Masraflarının %20’sini bundan geri kazanabilirsin. Bu yeni tip toryum reaktörleri patlamaz, havayı kirletmez, bunlarla bomba yapılamaz, hidrojen üretebilirsin, deniz suyunu tatlı suya çevirebilirsin. Toryum koyu gri renkte ağır bir metaldir. 1 cm çapında, 5 cm yüksekliğinde işlenmiş, silindir haline getirilmiş, parlatılmış bir parçayı, İsveçliler bana Çekmece Araştırma Merkezi’ne götürmek üzere 1966’da hediye etmişlerdi. Bir kağıt parçasına sarıp Merkez’e teslim etmiştim. Bizim kimyacılar asitte çözmeye kalktılar, hiçbir asitte hiçbirşey olmadı. Altın suyuna batırdılar, bana mısın demedi. Eritme imkanı olmadı. Niçin kağıda sardım, çünkü toryum alfa parçacıkları salar, onlar da kağıdın öbür tarafına geçemezler. Temiz, sakin tehlikesiz bir metal, bunun nesinden korkuyorsunuz? Ön yargılı mısın?
Arkadaşlar, çok şanslı olarak Eskişehir’deki Toryum nadir toprak elementleri ile karışmış durumda. Toprakta hep toryum var ve dünyamızda uranyumun 3 katı toryum var. Nadir toprak elementleri, adı üstünde nadir bulundukları için çok değerli. Gramı 3.000 USD olanları var ve gittikçe değerleri artıyor. Bunlar ne gibi elementler? Mesela Neobium, Neodinium, Rubidyum, Yiterbium vs. Polimer yaptığımızda içine Neobium katarsanız polimer bağları tek iken çapraz bağlar meydana gelir. Polimer çok güçlenir, dayanıklılığı dört katı artar. Bir Toryum üretim fabrikası kurduğunuzda, işin başında topraktan bu nadir toprak elementlerini ayırmak mecburiyetinde kalırsınız. Bu size çok önemli bir kazanç sağladığı gibi bunun yanında Toryum bir atıkmış gibi birikmeye başlar. Hepsi fabrikatörün lehine çalışır. Bu üretimin korkulacak hiçbir yanı yoktur. Her tarafı kardır. Enerjiyi dışardan alırsan, yerli üretime nazaran 10 misli para ödersin. Bu yeni tip reaktörler I.nesil değil, II. Nesil değil, III. Nesil değil, III+I nci nesil değil, dördüncü nesil reaktörlerdir, atık bırakmaz. Toryum yeşil çekirdektir. İsim babası Mustafa Özcan Bey’dir. Onunla bomba yapamazsın. Eski reaktörlerin bakımı 22 ayda bir, 2 ay sürer. Toryumlu reaktörün bakımı 5 yılda bir, 15 gün sürer. On ülke (Çin, Japonya, Hindistan, ABD, G.Kore, İngiltere, Fransa, Belçika, Norveç ve Rusya) Toryumla ilgili ulusal programlarını açıklamıştır. Bu yeni reaktörlerde hidrojen de elde edebilirsin. Tuzlu suyu tatlı suya dönüştürebilirsin.
Adını dahi duymadığımız nadir toprak elementi endüstrinin, teknolojinin bir dalında çok özel bir yerde kullanılıyor da senin bundan hiç haberin yoksa vay haline. Bu kadar duyarsızlık, teknolojiden bu kadar uzak durma acaba hangi sebeplerden kaynaklanıyor? Bunları inceleyen sosyologlarımız nerde? İçinden bir tanesi reaktörü ziyaret etti mi? Teknolojiyi sevmiyorsak bu ilerlemeyi sevmiyoruz demektir, geriye gitmektir. Fizikten korkuyorsun, nükleer fizikten bilmediğin için korkuyorsun, matematikten korkuyorsun, kimyadan korkuyorsun, biyolojiden korkuyorsun, hayattan kokuyorsun be kardeşim.

Doç.Dr.Çetin Ertek